12 Haziran 2017 Pazartesi

Sahilde Kafka - Haruki Murakami

Murakami, uzun zamandır okumaya direndiğim bir yazar. Yazarın popüleritesinin yazarın değerinden bir şey kaybettirmediğini öğrendiğim halde. Sahilde Kafka, kitapseverleri tatmin edecek ölçüde iyi bir kurgu, hayal gücü, hikaye örgüsü, yer yer zeka ve derinliğe de sahip. Murakami'nin de tüm bu özellikleri bir arada tutabilme ve okuyucuyu kitaba bağlayabilme gücüyle günümüz yazarları arasında çok özel bir yerde olduğu da su götürmez.
Ancak burada, bir blog yazarı olmaktan güç alarak,  okuma zevkini oldukça kişiselleştirip bir kaç kelam etmem gerekecek. Sürükleyici bir kitabın büyüsü pek az şeyde vardır, bir süre o kitapla birlikte yaşar, onunla yatar kalkar, bir sonraki adımı, karakterin haleti ruhiyesine girerek merak edersiniz. Merak, bu tip kitapların can suyudur ve kaşıdığı bu duygu okuyucuyu kitaba bağlar. Fakat işte burada değerli bir kitabı diğerlerinden ayıran başka bir şeye daha ihtiyaç duyuyor okuyucu. Sahilde Kafka eser miktarda derinlik de barındırsa, baharatında edebiyat eksik. Tam yakaladığınızı düşündüğünüz anda elinizden uçup gidiveren kelebek gibi.
Kitapla ilgili bir başka konu, özellikle son dönem Türk edebiyatında sıklıkla karşılaştığımız kitap için bir soundtrack oluşturma hevesi. Yazarın müzik bilgisini araya yapıştırıverdiği bu tip yazınlardan okuyucu olarak hoşlanmayı başaramadım. Bunu çok çok iyi yapabilen yazarlar varken Sahilde Kafka'da göz tırmalayan bir duruma dönüşmüş. (belirtilen tüm müzikleri okuma esnasında dinlediğimi de eklemeliyim. Bağ yakalayabildiğim çok az eser olduğu gibi, hızlı akan kurgu içinde dikkat dağıtmadığını söylesem yalan olur.)

Tüm bunlara rağmen, başka eserlerini henüz okumadığım Murakami dikkat çekici ve kendine ait enerjisi ve üslubu olan bir yazar, Sahilde Kafka ise, onun kayıtsız kalınamayacak bir heyecan vaad eden eseri.
Yazıyı bir blogger olarak bitirmem gerekirse; Sahilde Kafka, bir türlü yüzünü gösteremeyen yazın, sahil, deniz, kumsalında elinize alıp bir süre dünyadan uzaklaşabileceğiniz, tam da tatillik bir kitap.

Keyifli okumalar.

9 Nisan 2017 Pazar

Huysuz Tatlı ve Bitik Adam - Thomas Bernhard

İnsan büyüdükçe, mutsuzluğunu, sakince ve döküp saçmadan yaşamak istiyor. Teselliyi edebiyatta arayan öfkeli, mutsuz ve sevgiye mesafeli duran ancak bunu dünyaya haykırmayı tercih etmeyen ve bunun için de hayli yorgun olan kişi, örneğin bir Schopenhauer görkemi, bir Die Leiden des Jungen Werthers (Genç Werther'in Acıları) ağlaklığı, bir Tutunamayanlar yoruculuğu, bir Dostoyevski derinliği, bir Paul Auster güncelliği, bir James Joyce deneyselliği ya da bir Virginia Woolf bilinç koyvermişliği istemiyor. Thomas Bernhard, insanın kendi mutsuzluğuna gülebildiği, aforizmaları ve okuyan olarak seni çok da sallamadığı, sakin sakin öfkelenip, sakin sakin insanlardan nefret ettiği, mutsuzluğa şahane bir biçimde ortak olan bir yazar. Biriyle karşılıklı saatlerce sessiz oturabilmek gibi.

Şu sıralar Kireç Ocağı gibi oldukça zorlayan kitabını bitirmeye çalışmakla birlikte kendisinin yukarıda sayılan tüm özelliklerini barındıran Bitik Adam, burada anlatmadan geçmeyeceğim çok özel bir eser. Kitapların konusunu anlatmayı tercih etmememe rağmen, Bitik Adam'ı tam olarak ifade edebilmek için üç arkadaştan yola çıkan bir öykü/kurgu olduğunu belirtmem gerek. Çünkü Thomas Bernhard'ın tüm ustalığı bu üç karakterin ve ama özellikle ikisinin derin analizi üzerinden kıskançlık, dostluk,yetenek, intihar, ölüm, seçilen/tercih edilen yollar... üzerine müthiş bir okuma deneyimi yaşatıyor. Ortak bir kaynaktan (müzik) çıkan,-zaman zaman kesişseler de-  farklı yataklarda akan bu üç arkadaştan Wertheimer'in mutsuzluk tarifleri, Goldberg Varyasyonları ile uyum içinde akar.

Karakterlerden biri olan Glenn Gould ile Thomas Bernhard arasında bilinen bir ilişki yoktur. Ancak kitap, baş köşeye oturmuş bu karakter ve soru işaretinin kancasını, çarpıcı üslubu ile birlikte okuyucuya atar ve gizli, sessiz, derinden, bitik Thomas Bernhard hayranlarını yaratıverir.

"Onu çeken, insanların mutsuzlukları içindeki halleriydi, insanların kendileri değildi, mutsuzluklarıydı ve insanın olduğu her yerde buna rastlıyordu, diye düşündüm, insankolikti o, çünkü mutsuzluk özlemi çekiyordu. İnsan mutsuzluktur, dedi hep, diye düşündüm, yalnızca budala olan bunun aksini savunur. Doğmak mutsuzluktur, dedi, yaşadığımız sürece bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu. Bu, hep mutsuzuz demek değildir, mutsuzluk yoluyla mutlu olabiliriz, dedi, diye düşündüm. "




16 Mart 2017 Perşembe

"Yoklukta Kendini Tekrar Eden İnsanın" Rıfat'ın Öyküsü - Seyrek Yağmur - Barış Bıçakçı



Barış Bıçakçı çok sevdiğim bir yazar. Böyle başlamak istedim, düz.  
Kendilerinden fazlaca söz edilmiş olan Sinek Isırıklarının Müellifi ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in üzerinde o nedenle burada durmayacağım. 
Eğer bir gün bir kitap yazacak olsam onun gibi yazmak isterdim ama. Sevdiğim bir dünya yazar varken, neden onlara değil de Barış Bıçakçı'ya öykündüğüm kenarda soru işareti olarak duruyordu hanidir. 
Sanıyorum Seyrek Yağmur'da kendisi cevabı verdi.
"Dayatılacak bir ben yoksa söz edilecek bir ben de yoktur. Hanginiz kanserleşen bir ego olarak değil de, sıradan, alçak gönüllü bir varoluş olarak kendinizi dayatabilirsiniz?"
Sıradan, alçak gönüllü bir varoluş.
"Okuyucularını duygulandırmak (ben burada 'etkilemek' kelimesini de eklemek isterim) dışında edebi bir amacı olmayan ve ikide bir veciz sözler yumurtlayan günümüz müelliflerin"den onu ayıran bir varoluş. Açıkçası seyrek yağmur, kurgusu gereği tam da bu "veciz sözler yumurtlama" folluğu gibi görünüyor ve bu nedenle sevdiğim bir yazarın o tarafa kayıp gitmesinden korkarak, tedirginlikle okudum. 
Fakat Barış Bıçakçı, örneğin bir yerinde kıyısından döndüğü bu korkulası durumu, başka bir bölümde kendini adeta tokatlayarak çok akıllıca ama bir o kadar sıradan ve kolaylıkla döndürüveriyor kendi sahasına. Ve o aforizmaya kayan ruh durumunu sıradanlaştıran/ gerçeğe yaklaştıran (tokatı atan) yine bir kadın. Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki o müthiş tadı çalıp ağzımıza geri çekiliyor yani.

Çok ölçülü, hesaplı ve haddini bilen ve bunun için de çaba sarf etmiş bir kitap Seyrek Yağmur. Hepimizinki gibi günleri aynı kaba damlamayan, huzursuz ve ama "Ben"den çoktan sıyrılmış bir adamın konsantre, kararında ve minimal bir ben öyküsü.

(minik bir spoiler)

https://www.youtube.com/watch?v=uPR8Vtxi2hY&list=PLjkmO7WzSnr50pVdO2ELxJURH6fWOQcbV

17 Ocak 2017 Salı

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan & Türk Edebiyatının Ay Işığı Sonatı

Sabahattin Ali, etkili ve yalın kurgusunun yanında, yazar olarak sükunetini her daim hissettiren Türk edebiyatının en özel yazarı. Yaşam öyküsünün etkileyiciliğini ve üzerinde polemikler dönen ve bu sayede son günlerde herkeslerin elinde ve dilinde olan "Kürk Mantolu Madonna" yı değil, kişisel olarak benim için çok daha özel olan "İçimizdeki Şeytan"ı tercih ettim burada anlatmak için. 
Türkiye, edebiyatta"toplumcu gerçekçilik" akımının cansiparane ve çok güçlü yazarlarının bulunduğu bir huzursuz ülke, tarih boyu. Sabahattin Ali ise, bu huzursuzluğun, karmaşanın içinde kalan insanı en güzel anlatanlardan. 

Edebiyatın ve okumanın insana öğrettiği en önemli şey, tarih boyu insanın, insanların, toplumun, duyguların... çok da değişmemiş olduğunu fark ettirmesi.  İçimizdeki Şeytan'ı bugün, bu ortamda okumak demek, tanıdık gelen pek çok karakteri, durumu, hissi aynı tatla almak demek. Büyük yazarlar da işte bu yüzden büyük. Kitapta entelektüeller, zayıflıklar, zaaflar, hassasiyetler, gurur, parasızlık, aşk ve ülkenin insanları yani ülkenin kendisi var. Tüm hislerimizi, aşklarımızı, hayatlarımızı şekillendiren ülkeden ve onun insanından ayırmamız mümkün mü? Bugün ne isek, birey olarak kim isek, etrafımızla birlikte oyuz ama neticede insanız, biricik ve tekiz(!). İçimizdeki şeytanlar ise yüzyıllardır aynılar ve Sabahattin Ali yüz yıl öncesinden bunu bize anlatıyor. 

"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..." 

Özetle; Sabahattin Ali, bize okumamız için bir insan senfonisi, bir ayışığı sonatı bırakmış. 

Ömer'in, Macide'ye mehtapta, "bin bir şekle sokup söylemek arzusuyla yandığı", içinden taşan coşkusu ve ama hep saklı duran hüznüyle bunu başarabildiği ve hayatın onları birbirlerine hem aşk hem hüzünle yaklaştırdığı harikulade kısım, ayışığı sonatının 1. bölümü,

Yaşamın, içimizdeki şeytanların, bozuk para gibi harcanan zekaların ve aşkların, "entelektüel" insanlar arasında karıştırılan yürek ve akılların, parasızlığın, Ömer ve Macide'nin içini darmadağın edip hızla birbirlerinden uzağa savrulmaları ise ayışığı sonatının 3. bölümüdür. 

İçimizdeki Şeytan, Türk romancılığının ayışığı sonatı'dır.





3 Ocak 2017 Salı

Ben Buradayım Sevgili Yazarım...

"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukca zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır. Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz. Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır. Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız… Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz…”

Murat Uyurkulak'ın bu satırları, bu bloğun sebebidir. Kendi kelimelerim yerine okuyucu olmanın o tatlı ama huzursuz ağırlığıyla onunkileri seçmeyi yeğledim. 

Ne demişti canım Oğuz Atay: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"

Buradayız sevgili yazarım. Sadece sesimiz çıkmıyor. Elinden geldiğince, cılız da olsa biraz çıkaracak şimdi bir tanesi kendince.